22 Mart 2012 Perşembe

SANA GELDİM

"TANRI BENİ SENİ SEVMEK İÇİN YARATMIŞ SADECE"  başlıklı yazıda ki erekeğin teklifine kızın cevabı

                                                     SANA GELDİM

 “Sevgili; sensiz hayalet bir gemidir yüreğim, sürüklenir yakamoz  yüklü gözlerinin buğulu ufkunda. Ben demir atmak için çırpınırken gönlünün limanına, sen tutuşturup yelkenlerimi
ateş-i aşkınla, haritasız, pusulasız salıverdin beni adına aşk denilen fırtınalar okyanusuna...”


    Erkek söylenecek sözlerini söylemiş, sevda ile yolları çoktan ayrılmış yaralı ve yalnız bir yürek gibi, derin bir sessizliğin içinde yitip gitmiştir. Önceleri içine düştüğü bu dayanılmaz belirsizliğin orta yerinde kendinden bihaber  dursa da, zaman sonra kalbini sımsıkı saran bu umutsuzluk ve korku karışımı duyguya hazırlıksız yakalandığının farkına vararak, değil kıza, kendine dahi hissettirmemeye çalıştığı amansız bir telaşa kapılmıştır. Yüreği adeta paramparça olmuş ve her parça bir ateş topu gibi dört yana savrulmuştur. Her zerresi kıza duyduğu büyük sevgi ile alev alev yanan bu parçaların her biri umutsuzca Tanrıya yakarmaya başlamıştır. “ Bu durgunluk, bu suskunluk neyin alametidir Tanrım? Lütfen, bu suskunluk, bu durgunluk ebedi yalnızlığımın, adına ömür denilen  bitmek tükenmek bilmez zifiri karanlığımın habercisi olmasın. Lütfen beni onun derd-i aşkından mahrum etme, lütfen beni içinde onun aşkının olmadığı soğuk bir taş parçasını son nefesime kadar kalp diye taşımaya mahkum etme..!” Lütfen...! Kızın hala devam eden suskunluğu sanki asırlarca sürecekmiş gibidir, sanki bir daha hiç konuşmayacakmış gibidir. Suskunlukla, içinde oldukları an uzadıkça uzar. Suskunlukla artarak çoğalan aşk, erkeğin boynunu büküp, onu sabır ikliminin geçilmesi zor küçücük kapısından içeriye sokar. O kapı ki, yaratılan her kul muhakkak o kapıdan içeriye girer, öyle ya da böyle her kul sabır ikliminden geçer. Kimler o kapıdan girerken mağrur başını eğmedi ki, kimler o kapının önünde  saltanat tahtından inip zebun olmadı ki?  O sabır ki  erdemlerin en yücesi, o sabır ki peygamberlerin sünneti, o sabır ki  o nur tanelerinin ehli imana miras ettiği alem-i cihanın en kıymetli mücevheri. Sabır ki sevenin tek tutar dalı, sabır ki yürekte hiç durmadan kanayan yaranın tek ilacı...

    Sözler.. Şimdilerde görünürde olmayan sözler; ya kızın bıkıp usanılmadan milyonlarca kere  öpülesi dudaklarından, kınından sıyrılan bir cellat kılıcı gibi sıyrılıp erkeğin kalbine saplanarak her şeye bir anda son verecek ya da bitip tükenmek bilmeyen gecenin derin karanlığını yırtarak gelen güneş gibi yepyeni bir günü müjdeleyecektir. Her şey giderek ağırlaşmış ve koyulaşmış, yaratılıştan buyana  sürüp giden varlık, “LA” kapısından adımını atarak son nefesine ulaşmıştır. Kısacık da olsa böylesine seven için ne zor, ne bitip tükenmek bilmeyen bir bekleyiş..! Nihayet bu uzun bekleyiş, kızın  başını kaldırıp, yağmurdan sonra bulutların arasından  bir görünüp bir kaybolan gün ışığından çaldığı birkaç tutam ışık huzmesini içine hapsederek, yaprakların ucunda ışıl ışıl parlayan su damlalarını kıskandıracak güzellikteki gözleriyle erkeğin cevap arayan gözlerine bakmasıyla son bulur. Bakar ama çok uzun sürmez bu gönüller sadakası bakış. Yeniden önüne eğer başını yeryüzü  bahçelerinin en güzel çiçeği. Erkek de refleks olarak başını eğer, kızın gözlerini görmek ister ama göremez. Uzanır eli ile kızın çenesine dokunup başını hafifçe yukarı kaldırır, gözlerine bakar. Kız gözlerini kaçırır, sessizce yutkunur ve nihayet; çok uzak bir maziyi anar gibi durgun, yıllarca  umudun peşi sıra sürüklenen sahipsiz bir gönül gibi yorgun, konuşmaya başlar;
  “sevmek“ der  “ ne garip, ne zor şey, bilirim..! Hele de bir başına, aklın ile ayrı, yüreğin ile ayrı cephelerde cenk ede ede sevmek, yıllarca göğsünün karanlığındaki daracık hücresinde durmadan dinlenmeden çarpan o küçücük yüreğinin, boyundan büyük işlere kalkışarak olanca gücüyle artık içinde olduğu bedeni yaşatmaktan çok başka bir yürek için çarptığını bilmek ne garip, ne zor şey, bilirim. Her seferinde belki de sadece bir merhaba için uzanan bir elin dokunuşuyla başlayan yangının her ayrılıktan sonra biraz olsun küllenen ateşini, her yeni merhaba da yeniden tutuşturan o kıvılcımı özlemek, bir nefeslik mesafedeyken, asırlarca uzağındaymış gibi durabilmek, yüreğin alev alev yanarken ateşler içinde, bir buzdağı kadar soğuk ve sessiz kalabilmek ne garip, ne zor şey, bilirim..!  Yıllar önce sevdiğine  “kimi sevsem sen oluyor, hayret ! ” diyen şairin tütün kokulu sevda mısralarında, yıllar sonra satır satır kendi tütün kokulu sevdanı okumak, bir çift inci tanesinin, yüreğinin derinlerine ilmik ilmik işleyen ışıltısına kendince anlamlar yükleyerek, içinde kopan fırtınaların önü sıra düşler denizine bir başına  yelken açmak ne garip, ne zor şey, bilirim! Kimi zaman bir anne şefkati, kimi zaman bir baba sıcaklığı ve kimi zaman bir çocuk saflığı ile gizlice sevdiğin o yüreğin de gizlice  seni sevdiğini umut edip o umutla, aynı ateşli yolda birlikte ama birbirinden bihaber yürüdüğünü düşlemek ne garip, ne zor şey, bilirim..!.” der ve  yeniden susar. Birden bire gelip bir göz açıp kapama müddetinden daha kısa süren bu suskunluklar bitirip tüketmek üzeredir erkeği. Belki de o andan sonra kız hiç konuşmasa ne iyi olacaktır. Belki de zaman dursa, kainatın o muhteşem akışı bir son bulsa, belki de ” ömrümün sebebi” dediği o dudaklardan  İsrafil’in üfürdüğü "Sur"dan süzülen kıyamet  habercisi o ses gibi süzülecek o sözleri hiç duymasa ne iyi olacaktır. Ama ne çare ki, aşkı da aşığı da var eden Hak'kın, ateş-i aşkın narından halk ettiği  o dilber-i ala, önceleri aşığın  kalp otağına sıçrayan  bir şule iken, şimdi önüne çıkan her şeyi yakıp küle döndüren devasa bir yangına dönmüştür.  “madem ki” der kız erkeğin içinde giderek büyüyen o uçsuz bucaksız çölde, bir vaha mı yoksa bir serap mı olduğu hala  belli olmayan sesi ile  “madem ki Hakkın bir damla su ile yoğurduğu, sonunda yeniden toprak olacak bir avuç toraktan başka bir şey olmayan şu fani  cana canan deyip canından fazla kıymet verdin, madem ki sevmenin ne olduğunu böyle çetin yollardan geçerek öğrendin, belki de yana yana küle döneceğini bile bile İbrahim’in Hakka secde ettiği o ateşten gül-i zara benim için gönüllü girdin, şunu da bilmelisin; her ne kadar beni içinde, yüreğinde yüceltip bana taparcasına bağlansan da, canından vazgeçtiğin şu canım uğruna inandığın putları bir bir kırıp atsan da, doğrularımla, yanlışlarımla, günahlarımla, sevaplarımla, kendime yenik düşerek peşinden koştuğum zaaflarımla ben de  sadece bir insanım. Zamanla yüreğimden başka, sana olan sevgimden başka hiçbir şeyin aynı kalmayacağını, yıllar geçtikçe gözlerinin gördüğü gözlerimin, ellerinin tutuğu ellerimin, saçlarımın, gülüşümün, yüzümün, sesimin, sessizliğimin  bugün gördüğün gibi olmayacağını hiç unutmayacaksan, süresini sadece Tanrının bildiği şu kısacık ömrümüzün her anında, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha, Hüsrev ile Şirin misali bizi biz yapan isimlerimiz arasına sonsuz kere ” ile”  koyup, içimde yüreğimde seni sevene kadar hep eksik, hep boş kalan yeri sadece kendinle doldurarak, beni tamamlayıp; benimle bir bütün olacaksan,

    Derim ki, sana geldim; yüreğindeki limana demir atmaya. Sana geldim; yangın bakışlarında alev alev yanarak tükenip, adımı her söylediğinde dudaklarında küllerimden yeniden doğmaya. Sana geldim; emanet olarak değil son nefesime kadar yanında kalmaya. Sana geldim; seni olduğun gibi kabullenen, seni her halinle seven bir insan olarak. Sana geldim ve sadece dudaklarımla değil yüreğimle  sana  EVET diyorum."                                                    
     metehan_derindeniz / mart-2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder