10 Mart 2012 Cumartesi



TANRI BENİ SENİ SEVMEK İÇİN YARATMIŞ SADECE

“ Tanrı beni, seni sevmek için yaratmış sadece.
Ömrümce bir kerecik bile sana seni seviyorum diyemesem de,
Senden başkası zerre kadar yer bulamaz yüreğimde, sevgili diye...! “

Kararsız esen rüzgârın gücüne karşı koymaktan aciz olan her şeyin etrafta helezonlar çizerek uçuştuğu, ağaçlardan dökülen kuru yaprakların kalabalıkta çocuğunu kaybetmiş bir anne telaşı ile oyana buyana savrulduğu, solgun ve yorgun bir eylül öğleden sonrası. Azameti ile evrende ne kadar küçük ve ne kadar aciz olduğunu insanın yüzüne yüzüne vuran, alabildiğine derin, alabildiğine gri bir gökyüzünün altında, göğsünü arsız martıların didiklediği dalgalı denize doğru sessiz ve sakince uzanmış eski yıkık dökük bir iskele. İskelenin üzerinde bir erkek, sigara içmekte. Bir kız. Çok güzel bir kız... Güzelliğinin de fazlasıyla farkında. Attığı her adımda bastığı yeri güzelleştirip, cennet bahçesine döndürerek erkeğe doğru yürümekte. Belki, bu nasıl bir güzellikmiş böyle diyenleriniz olabilir; belki o kadar güzel değil kız, belki erkek, belki de bu yazıyı yazan abartıyor kızın güzelliğini gözünde. Belki de tam aksine; eksik kalıyor kızın güzelliğini anlatan her kelime. Yani her halükarda gerçeği öğrenmeniz mümkün olmayacak, kızı kendi gözlerinizle görmedikçe.
Neyse; kız, geceleri gökyüzünden deniz üzerine çağlayan yakamoz seli gibi başından omuzlarına dökülen saçlarından rüzgârın uçuşturarak yüzüne getirdiği birkaç tutam bukleyi eli ile kulağının arkasına saklamaya çalışarak, telaşsız adımlarla erkeğe doğru yürümeye devam eder. Bir fısıltı gibi belli belirsiz gelir, erkeğin karşısında durur. Bazen erkeğin yüreğine saplanan bir hançer, bazen de o yürekte açtığı yaraya neşter olan sesi ile; “Selam!” der. Erkek; “Merhaba, nasılsın? Kız; “İyiyim sen? Erkek; “ Eh işte!” der ve elinde duran nerdeyse yarılanmış sigarayı dudaklarına götürerek, kederli bir iç çeker gibi derin bir nefes çekip, yine derin bir solukla ciğerlerindeki dumanı dışarı üfürürken, baş ve orta parmağı arasına sıkıştırdığı sigarayı kuvvetli bir fiskeyle denize fırlatır. Avuçlarının içini iskelenin paslı demir korkuluğuna dayayıp sessizce gökyüzüyle denizin göğüs göğüse çarpıştığı simsiyah ufka bakar. Kız ömürler boyu seyredilesi güzelliği ve her biri ışıltılı bir su damlası olan gözleriyle erkeğe bakarken, incecik ve narin parmaklarıyla okyanus dalgası saçlarını düzene koymaya çalışmaktadır hala. Erkek az bir zaman sonra kıza dönüp, yüreğinde kopan fırtınanın,  dalga sesleri ve martı çığlıklarına karışan gürültüsünü bastırarak;
“- Bende, emanetlerin var, sana ait olduğunu bilmediğin emanetler. Onlardan haberdar etmek istedim seni.” Diye söze başlar. “- Emanet mi, ne emaneti? “ diye çarçabuk sözünü keser kız, çok da şaşkın değildir. Sanki erkeğin söz edeceği şeyi önceden biliyor ve bunu pek önemsemiyor gibidir. Erkek, kızın bu tavrından çok tedirgin olmuş, günlerdir yüreğine saplanıp öylece kalan ağrı artık dayanılmaz bir hal almıştır. Tam içindeki bu ağrıya yenik düşerek her şeyden vazgeçmek üzereyken, tüm gücünü toplayarak karşılaştığı umut kırıcı tutuma ve içine düştüğü bu can sıkıcı duruma rağmen kızın söylediklerini duymamış gibi sözüne devam eder; “ - Daha önce bir kez âşık olmuştum. Çok güzel, ama güzelliğince acı veren bir duygudur aşk. İnsan âşık olunca; bazen ateşler içinde kalarak alev alev yanar, bazen de tepeden tırnağa soğuyup, saçaklardan damlayan su gibi kaskatı kesilir, buz olur donar.
Mevsim bazen ilkbahardır aşığın içinde rengârenk çiçekleriyle, bazen de fırtınalı bir zemheridir, bitip tükenmek bilmeyen uykusuz geceleriyle. Tepeden tırnağa değiştirir aşk insanı. Herkesin, tanıdığı, bildiği birini alıp, hiç kimseni tanımadığı, bilmediği, anlamadığı ya da yaptığı şeylere anlam veremeyip deli mi bu dedikleri bambaşka birine dönüştürür. İnsan âşık olmadan önce etten kemikten bir bedenken, âşık olunca bir hayal olur, sıyrılır ruhu bedeninden ve sürüklenir Kaf dağına Zümrüt-ü Anka’nın kanadında kara bahtının peşinden.” der ve başını öne eğerek bir an sessiz kalır. Derin bir iç geçirip, her biri yüreğinde onulmaz yaralar açan gözlere bakarak devam eder; “ - Ama sevmek, sevmek öyle değil, o bambaşka bir şey. Sevmek insanı değiştirmiyor aşk gibi, gittikçe tanınmaz, anlaşılmaz, ulaşılmaz bir hale getirip olduğundan başka bir şeye dönüştürmüyor.”… Bir nefeslik kadar duraklar ve başı ile ağır ağır onaylayarak söze devam eder; “- Aşk gibi ateşiyle yakıp küle döndürmüyor sevgi. Aksine; can yakmayan kıvamlı harareti ile ağır ağır pişirerek gerçek bir insan yapıyor, çiğ insanı.” der ve sol elinin parmak uçları ile göğsünde kalbinin üzerine denk gelen yere hafifçe dokunarak devam eder; “ - Sevmek,  bir yanı hep yarım olan insanı bütünlüyor. İçinde bir yerde, hep eksik kalmış, hiç fark edilmemiş bir boşluğu dolduruyor. İnsan birine âşık olunca aşkını kalbinin en güzel, en hassas, en kırılgan yerine koyuyor ve onu sadece orada yaşatıyor. Oysa birini sevdiğinde tüm benliği ile sevip, onu sadece kalbinde değil vücudundaki tüm hücrelerinde yaşatıyor. İşte bu yüzden aşkı içinden söküp atabiliyor da insan, tüm benliğinden vazgeçmeden, sevdiğinden vazgeçemiyor hiçbir zaman.




Aşk, kimi zaman bir bakışla, kimi zaman bir gülüşle aşığı fethedip içinde yaşayacağı kalbe bir anda gelip, sorgusuz sualsiz yerleşiyor. Oysa sevgi öyle mi? “ kafasını hayır anlamında ağır ağır iki yana sallayarak;  “- O yerini; zamanla, emekle hak ediyor. İşte bu yüzden sevgi aşk gibi gelip geçici bir heves değil, ömürlük bir kıymet oluyor. Aşk, önceleri tatlı ve heyecan verici gelse de sonraları çok acı veren bir elemle içine yerleştiği kalbi ateşi ile yakarak küle dönüştürme ihtimali her an mevcut olan ölçüsüz bir muamma olmaktan öteye gidemezken, sevgi, en başından en sonuna kadar ölçüyü kendine dayanak noktası olarak aldığından, güvenen ve güven veren üslubuyla duru ve apaçık bir şekilde zamanla kendini geliştirip, yıkılmaz saltanatını güçlendiriyor. Aşk, bir anda saman alevi gibi parlayan yakıcı ateşinin gözleri kamaştıran o muhteşem ışığıyla aşığını adeta kör ederek, yürüdüğü yollardan bihaber hale getirip, onu sonu bilinmeyen bir maceraya sürüklerken, sevgi; gösterişsiz ama güçlü ışığı ile sevdalıların yollarını ışıl ışıl aydınlatarak onları sağlam bir mutluluğa taşıyor” der ve susar. Şimdi kız, gönderdeki bir bayrak gibi veyahut çok güçlü bir kamp ateşinden çatırdayarak sağa sola uçuşan minik köz parçaları gibi amaçsızca savrulan saçlarını unutmuş, bayram sabahlarına minicik yüreklerine arifeden çöreklenen büyük yalnızlığın dayanılmaz ağırlığı ile uyanan anasız babasız yetim çocuklar gibi sessiz ve derin bir hüzne bürünmüş, gözlerinde az bir zamandan beri soğuk esmeye başlayan rüzgârdan mı yoksa duyduklarından mı olduğu belli olmayan ıslak bir kederle simsiyah ufka bakmaktadır.
“- İşte,” der erkek, çok uzun zamandır yüreğinde tek başına taşıdığını paylaşmanın ferahlığıyla peşi peşine ekleyerek sözcükleri; “- bende artık her defasında sadece benim için değil, senin için de çarpan bir yürek var ki, seni sevdim seveli artık benim değil, bana senden bir emanet. İçimde bir sen var ki her soluğumda artarak çoğalan, ellerinden, gözlerinden, saçlarından, gülüşünden, dokunuşundan, sesinden, sessizliğinden, sevincinden, hüznünden oluşan bir sen, işte o sen bana emanet artık senden. İşte bendeki emanetlerin, bir kalp ve bir sen... Senden habersiz, yüreğinden habersiz sevdim seni, sessiz sedasız sakladım sevgini kimselere diyemeden. İstemezdim böyle senden habersiz olsun ama olmadı, yapamadım, söyleyemedim. Söylemeyi inan çok istedim. Kendimle çok mücadele ettim, çok denedim ama bir türlü; nice canların ömrünün baharında cemre olup cansız toprağa düştüğü kekik kokulu dağlarda, kahpe kurşunlar kusan çelik namlulara göğsümü hiç düşünmeden siper ederken bulduğum cesareti, içimdeki seni, sana anlatabilmek için bulamadım kendimde. Bulamadım çünkü kör bir kurşun  o soğuk çeliğin sessiz karanlığından, ateş olup, çığlık çığlığa kopup gelerek saplansa göğsüme olanca kiniyle, benden en fazla canımı alır. Oysa dudağından çıkacak tekbir söz, seni benden alır, ebediyen sensiz bırakırdı. İşte sırf bu yüzden diyemedim. Sensiz kalmaya cesaret edemedim. Sonra bir gün farkına varıp tiksindiren bencilliğimin, içimde sakladığımın yarısı benimse diğer yarısı da onun dedim kendime. Sessiz kalmak namertliktir, söyle sevdanı, duyacağın sözler ömrünün sebebi dudaklardan bir idam fermanı gibi dökülse de. Söylemeseydim, kendi kendime yaşasaydım, belki korktuğum o cevabı hiç duymayacak hep yanında olacaktım ama o zaman ben dünyanın en bencil insanı olarak içimdeki sevdayı tek başıma yaşarken, sen yüreğimde yaktığın bu ateşten bihaber, gönül sarayımdaki Kâbe’de taptığım bir put olarak kalacaktın. Oysa sevmek bencilliği yenmektir, oysa sevmek sevdiği uğruna putları bir bir kırıp ateşlere gönüllü girmektir. İşte şimdi biliyorsun.” der ve kızı omuzlarından tutarak kendine döndürür. Her birinden inci tanesi parlaklığında damlalar süzülen gözlere bakarak kendinden oldukça emin bir şekilde;
“- biliyorum ki ...”der, yüreğinin ta derinlerden kopup gelen bir şefkat ve yepyeni bir bahar gibi tazecik nefesle süslediği sesiyle;  “- Biliyorum ki;  ne korkak, ne de kahramanım, günahlarıyla, sevaplarıyla, sadece insanım. Biliyorum ki; yaşadıkça, mutlu günlerim olacak, gözlerimden akan yaşlar, göğsümde çiçekler açtıracak. Biliyorum ki; acı günlerim de olacak, bu kez aynı yaşlar; yüreğimi dayanılmaz acıtacak. Biliyorum ki; ömrümün, inişleri, çıkışları olacak. Yaşamak; kimi zaman taşınmaz bir yük, kimi zaman da kuştüyü kadar hafif olacak. Tüm bunlardan başka, bir şeyi daha biliyorum ki sen de istersen ve bana “EVET” dersen, ne zaman biteceğini sadece Tanrının bildiği şu bir kerelik ömrümün geri kalan tüm sabahlarına senin gözlerinde uyanmak ve günü geldiğinde son uykuma yine senin gözlerinde  dalmak istiyorum?



metehan_derindeniz / 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder